Medeniyet Kadının Elinde Yükselir İnsanlık Kadın Eliyle Şekil Bulur
Kadın olmak tarih boyunca hep zor olmuştur, çünkü bedensel güce dayalı ilkel sistemlerde baskın olan eril faktörler kadını ikinci plana itmiştir. Bir de kadının annelik rolü, erkek ile olan toplumsal rol paylaşımında onu bir-sıfır geride bırakmıştır. Kadının yaşam içinde hak ettiği yeri alması medeniyetin ve toplumsal gelişmişliğin artmasıyla paralel ilerlemiştir.
Türklük’te kadının yeri hep özeldir ve erkeğe eşittir. Türk geleneklerinin Arap gelenekleri etkisi altına girmeye başladığı dönemlerde kadının toplumsal yeri erozyona uğramaya başlamış, Cumhuriyet dönemi ile yeniden hak ettiği saygınlığa kavuşmaya başlamıştır. Türk tarihinde kadın, hatun veya hanım değerli ve yeri doldurulamazdır. Dünya tarih sayfalarını incelersek, kadına Türkler kadar değer veren ve yücelten ikinci bir milletin olmadığını çok açık biçimde görebiliriz.
Avrupa’da, Afrika’da, Arap yarımadasında kadınlar köle olarak alınıp satılırken, kız çocukları diri diri gömülürken, Roma’da kadının insan olup olmadığı tartışılırken Asya’da Türk kadını devlet yönetiyordu. Orta Asya Türk devletlerinin hepsinde kadın önemli hak ve yetkilere sahipti. Her kadının erkekler gibi savaşçı ve asker olarak yetiştirilmesi geleneği vardı. Kadın at biner, ok atar, kılıç kuşanır erkekler ile birlikte çarpışırdı.
Türk kadınları Türklük tarihine önemli başarı ve zaferleri ile adlarını yazdırmıştır. MÖ VI. Yüzyılda İskit hakanının ölümü üzerine İskit Devleti’nin başına geçen, tarihte birçok devleti mağlup ederek yıkılışına zemin hazırlayan Pers İmparatorluğu’nu tarihin derinliklerine gömen Başbuğ Tomris Hatun’dur. Tomris Hatun; iffet, cesaret, fazilet, sadakat sözcükleriyle birlikte dünya tarihine adını “ilk kadın hükümdar” olarak yazdırmıştır.
Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in eşi; Büyük Türk Anası, Devlet Ana, Türk devlet geleneğinin kendi dalındaki en büyük temsilcisi gibi sıfatlarla tanınan Altun Can Hatun’dur. Altun Can Hatun emrindeki Oğuzlar ve Türkmenler’den oluşan bir orduyla kılıç kuşanıp orduya komuta ederek, kocası Tuğrul Bey ile birlikte savaşmış Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını önlemiştir.
Raziye Sultan 1236 ila 1240 yılları arasında Delhi Türk Sultanlığı’nı yönetmiş. Babası Sultan Şemsettin İl-Tutmuş, tüm danışmanlarının itirazlarına rağmen onu veliahtlığa getirmiştir. Babası, onunla ilgili şöyle demiştir; “Oğullarım gençlik zevkleriyle vakitlerini öldürmektedirler ve hiçbirinde devleti yönetecek kabiliyet yoktur. Ölümümden sonra bu kabiliyetin sadece kızımda olduğunu siz de anlayacaksınız. Aslında Raziye her yönden erkek kardeşlerinden üstündür. Gerçi şeklen kadındır ama zekâ ve basireti erkekten farksızdır.” Raziye döneminde Delhi fevkalade iyi bir yönetim ile idare edilmiştir.
Türk mitolojisi ve destanlarında kadın, ilk olarak Altay Türklerinin Yaradılış Destanı’nda karşımıza çıkar. Kadın, “Ak Ana” adıyla Tanrı Kayra Han’a yaratma ilhamı veren üstün bir varlık olarak tasavvur edilir. Bozkurt ve Türeyiş Destanlarında da büyük Türk hükümdarlarına annelik eden, kutlu Türk soylarının devamını sağlayan kadınların Gök kaynaklı, ilahî ışıktan doğduğu söylenir. Oğuz Kağan Destanı’nda 24 Oğuz boyunun atası olan; Gök Han, Dağ Han, Deniz Han, Gün Han, Ay Han, Yıldız Han’ın gök kaynaklı ışıktan zuhur eden kutlu annelerin çocuklarıdır ve dolayısıyla Türk halk felsefesinin bütün Oğuz boyunu kut sahibi olarak destana yansıtmaktadır.
Dede Korkut Kitabı’ndaki kadın algısı da İslam öncesi Türk kültüründe yer alan savaşçı- alp kadın tipiyle örtüşmektedir. Dünya tarihinde Türklerden başka hiçbir millet kadını; estetik bir nesne, bir güzellik abidesi olarak görmenin ötesine geçememiştir. Türk geleneğinde kadın, yeri geldiğinde devlet yönetimini teslim alan, orduları yöneten, hükümdarlara yol gösteren, erkeklerle savaşçılığını yarıştıran, üstün yetenekli vasıflar taşıyan, hayatın her alanında yer alan, erkeğin önemli bir tamamlayıcısı ve hayat ortağı olarak Dede Korkut Kitabı’nda örneklerle yer alır.
Hunlarda, kadın erkeğin tamamlayıcısı olarak kabul edilir ve onsuz hiçbir şey yapılmazdı. Hatta öyle ki, Kağan’ın emirnamelerinde “Kağan buyruğu” ifadesi yalnız yer alır ve Kağanın hatununun adı kaydedilmezse o emirname geçerli sayılmazdı. Hatunlar, bazı zamanlarda kağan olmadan elçileri kabul ederlerdi. Örnek olarak, Avrupa Hun Devleti’ne gelen elçiler Atilla’nın eşi Arık Han tarafından kabul edilir ve devlet işleri hakkında görüşürlerdi.
Göktürk ve Uygurlarda da kağanın hanımı hatun, devlet işlerinde kocası ile birlikte söz sahibidir. Hunlarda olduğu gibi, emirnameler yalnız kağan adına değil, “Kağan ve Hatunun namına” şeklinde yazılır ve birlikte imzalanırdı. Asya Türklerinde Göktürklerin tarihi ve yaşamlarıyla ilgili en önemi kaynak Orhun kitabeleridir. Orhun kitabeleri de “Kağan ve Hatun buyurur” sözleriyle başlar.
Türk kadınlarına verilen değerle alakalı bilgilerden biri de İslam öncesi İtil (Volga) Bulgarlarını ziyaret eden İbni Fadlan’ın eseridir. Fadlan, hatunun hükümdarın yanında oturduğunu ve bunun Türk geleneklerinin bir parçası olduğunu ve Türk kadınının asla erkeklerden kaçmadığını belirtiyor. Diğer bir Arap seyyah İbn Batu şu şekilde not almıştır; ” Burada öyle ilginç bir duruma şahit oldum ki, o da Türklerin kadınlara gösterdiği saygıdır. Burada kadınların kıymeti ve saygınlığı erkeklerden daha üstündür”.
Eski Türkler kadına verdikleri önemi atasözleri ile yüzyıllarca yeni yetişen nesillere aktarmıştır. Bu olay Türk atasözünde şu şekilde belirtilir “Ey Türk oğlu. Suyu çaydan kızı soydan al; birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi kadındır”.
Dünya tarihinde başka milletlerin kadına verdikleri değere ve toplumsal rolüne bakacak olursak kötü bir manzara ile karşılaşırız. İngiltere’de XI. Yüz yıla kadar erkekler eşlerini satabilirdi. Hristiyanlar ise kadına şeytan gözüyle bakıyorlardı. İngiltere’de kadın pis bir varlık sayıldığı için incile el sürmesi yasaktı.
Çinlilerde kadın insan sayılmaz ve isim dahi verilmezdi. Hayatı boyunca bir adamın yönetiminde yaşamak zorundaydı. Kadın hizmetçi sayılır, kocası ve çocukları ile aynı sofrada oturamazdı. Ayakta durup onlara hizmet ederdi.
Farslarda kadın erkeğe itaat etmek zorunda kalırdı. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi normal karşılanırdı. Sasani İranın’da Farslar, kan bağının nikaha mani olmaması nedeni ile anne ve kız kardeşleriyle evlenebildikleri gibi, bu konuda teşvik edilirdi.
Arapların cahiliye döneminde kız çocuklarının toprağa diri diri gömülmesi tarihi bir gerçektir. Kız çocuğa sahip olmak utanç olarak görülürdü. Budizm’in kurucusu Buda, ilk zamanlar kadınları dine kabul etmemiştir. Eski Yunanlarda da kadının bir değeri bulunmazdı. Kadın, tıpkı bir eşya gibi alınıp satılır ve miras olarak bağışlanabilirdi.
Slavlarda kadın eşya olarak kabul edilir ve bu olay Zodruga şeklinde adlandırılırdı. Slav ailesindeki çocuklara da esir gibi bakılırdı. Ruslar, kocası ölen kadını da kocası ile birlikte gömerlerdi. Rus hükümdarlarının, yakın adamlarının gözü önünde halktan cariyelerle ilişkiye girmesi normal karşılanırdı.
Görüleceği üzere kadına verilen değer toplumsal gelişmişlik ile alakalı bir konudur. Tarihsel kanıtlar, kadının topluma katılımının yüksek olduğu kültürlerde o toplum yönetiminin ve devlet işleyişinin başarılı bir şekilde yürütüldüğünü göstermektedir. Güncel hayatta da öyle değil mi? Evimize, işimize, yaşadığımız çalıştığımız alanlara bir kadın eli değdiğinde her şey değişmiyor mu? İçinde bulunduğumuz sistemlerin işleyişi mükemmelleşmiyor mu?
Osmanlı’nın ilk dönemlerindeki ve yükselişindeki kadının yeri ile Osmanlı’nın son dönemlerindeki ve çöküşündeki kadının yeri sizce tesadüf olabilir mi? Atatürk’ün kadına verdiği önem ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden yükselişe geçmesinin bir izahı var mıdır? Elbette izahı vardır ve hiçbiri tesadüf değildir. Çünkü kadınlar toplumları yetiştiren ve inşa eden mimarlardır, mühendislerdir. Kadınlar yücelirse toplum yükselir, kadınları hayattan çekerseniz o toplum çökecektir. İlk öğretmen annedir, kadındır. Bir toplum bir ülke kadınların ellerinde yükselir şekil bulur, kadına yatırım yapan değer veren milletler daima güçlü olacaktır.
Kadının toplumsal rolünün farkında olan Mustafa Kemal Atatürk 5 Aralık 1934’te Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını Fransa ve İtalya’dan 11, Romanya’dan 12, Bulgaristan’dan 13, Belçika’dan 14, İsviçre’den ise 36 yıl önce tanıdı. Cumhuriyet tarihinde kadın ve erkeğin eşit olarak toplumsal mücadelesinde gelinen noktada önemli bir yol kat edilmişse de bugün nüfusumuzun yarısı kadınlardan oluşmasına rağmen kadınlarımızın fiili olarak eşit olamadıkları açıktır.
Mustafa Kemal Atatürk, 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmasında; “Toplumu kalkındırmak istiyorsak izlememiz gereken daha emin ve daha etkili bir yol vardır, o da Türk kadınını çalışmalarımıza ortak etmek, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, kadını bilimsel, toplumsal ve ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmakla olur” demiştir. Atatürk bu sözleri ile kadın-erkek eşitliği ilkesini, Birleşmiş Milletlerin yirmi yıl sonra kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 1 ve 2’nci maddelerinden çok daha önce dile getirmiştir.
Toplum yapısının yarısını oluşturan kadınların ihmal edildiği ve dikkate alınmadığı hiçbir yönetim sisteminin başarı şansı yoktur. Toplumu kalkındırmanın ve geliştirmenin yolu geleceğimiz olan çocukları yetiştiren kadınların sosyal hayatın her alanında desteklenmesi ve etkin bir şekilde yer almasıyla mümkündür. Bu vesileyle Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm dünyaya ilham veren, siyaset ve demokrasimiz için dönüm noktası olan 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Gününün 85. Yıl dönümünü kutluyorum.
Uzm. Murat SERT